CEMAL BEY'İN YERİ
  İskender Pala
 

Gizlenen sevgili

 
Aşkın sebepleri arasında en inanılmaz olanı belki de rüyada görüp âşık olmaktır. İnsan sevgiliyi rüyada her vakit görür ama rüyada yalnızca bir kez gördüğü birine sevgili der mi?

Bunlar olsa olsa Hüsrev ile Şirin, Vamık ile Azra hikâyelerinde olur. Gönlün, hiç mevcut olmayan birine tutulması, sanki hiç gerçeği olmayan bir şeyle geçim sağlamak gibi değil midir? Birisi hiç görmediği ve asla göremeyeceği bir güzeli sevdiğini söylerse herhalde aklından zoru olduğunu düşünürler. Ruhu ona telkin ediyormuş, temenni ve arzuları kalbini yönlendiriyormuş, bunlara inanmazlar. Oysa bir âşık, sevgilinin ay mı, güneş mi olduğunu bilemese de, aklının bir oyunu mu, hayalinin bir çılgınlığı mı olduğunu kestiremese de, gözlerine her daim onun görüntüsü girdiği müddetçe âşık değil midir? Âşık olmak için maddî varlık şart mıdır? Allah'ın güzelliğini rüyasında görüp ona âşık olan sufiye inanıyoruz da neden bu âşıka inanmıyoruz. Eğer ona inanmayacaksak aşk surete tapmaktan gayrı ne olur ki? O halde bir kişi sevdiğini karşısında görmeden de âşık olabilir. Sevgili için kaygılanmak da, hayaliyle mest olmak da, geceleri uykusuz kalmak ve seherlerde acı çekmek de hep âşıkın sevgiliyi görmeden yaptığı şeyler değil midir? Bir duvarın arkasında şarkı söyleyen bir kadını işitmek, bazen ona tutulmak için yeterlidir. Bazıları buna temelsiz bir bina gözüyle bakabilir, ancak âşık, o binayı inşa etmekte her zaman çok mahirdir. Zihni görmediği bir varlığın tutkusuyla meşgul olan kişi, düşünceleriyle baş başa kaldığında hayalinden ona şekiller çizer, kıyafetler giydirir, renk ve koku isnat eder, tavır biçer. Sevgili, âşıkın zihninin içinde yapılıp mükemmelleştirilir, âşıkın hayali ve tasarım gücü sevgilinin güzelliğini artırır. O şarkıcıyı bir yerde görsün, yahut görmesin. Şimdi kim bu şarkıcıya âşık olan kişiyi ayıplayabilir ki? Cenneti de ancak tasvirle tanıyor değil miyiz? Onun söylediği şarkılar kulağımızı doldurup kalbimizi ona yönlendirdiğinde genelde âşık onun güzelliğini sesine göre ölçmez mi? Eğer kendisini gördüğünde aşkı artıyorsa şarkıcıda onun sesine denk bir güzellik görmüş demektir. Ama eğer şarkıcının yüzü sesinden daha güzel ise bu âşıkı, sesten yola çıkarak güzelliği keşfettiği için tebrik etmek gerekmez mi? Cennetin en güzel tasvirleri bile cennetin yanına yaklaşmaktan uzak değiller midir? O halde, kainatta görülen bütün güzelliklerin "Mutlak Güzel"den bir iz taşıdıkları için güzel olduğunu söyleyen sufiler haksız sayılabilirler mi? Kim Allah'ın güzelliğine vurulup da ona tapınıyorsa aşkı mübarek olsun!..

Aşk hikâyesi

"İstanbul'da bir zamanlar, devletlulardan olan komşusunun oğluna gönlünü kaptırmış bir kız yaşarmış. Oğlanın hiç haberi yokmuş sevildiğinden. Kederi artıyor, umutsuzluğu büyüyormuş kızcağızın. Sonunda onun sevdasından yataklara düşmüş. İffetinden gidip halini oğlana anlatamamış. Anlattığı vakit "Ya inanmazsa!" diye korkuyormuş belki de. Sonra "Ya beğenmezse!", "Ya yüz çevirirse!" gibi ihtimaller belirmiş zihninde. Bunlar da hastalığını artırmış, nergisceğiz erimeye, solmaya başlamış. Nihayet annesi gerçeği anlamış. Ona sırdaş olmayı teklif edip işin aslını öğrenmiş. Sonra da demiş ki "-Ona halini bir şiirle anlatmalısın!" Kız bu yolu denemişse de oğlan aklından geçirmiyor, zeki ve duyarlı olmasına karşın asla kıza toz kondurmuyormuş. Sonunda aşk hadden aşıp ölümcül raddelere gelmişken kader onlara fırsat tanımış, bir gece baş başa kalmışlar. Kızın kalbi yerinden oynayacak gibi olmuş, sabrı tükenmiş, amma iffetinden bir adım dışarı çıkmamış. Gecenin sonunda ayrılmak üzere kız ayağa kalkmış, fakat kalbi o sırada kendisine hükmetmiş ve oğlanı yanağından öpmüş. Sonra tek kelime söylemeden güvercin yürüyüşüne benzeyen bir yürüyüşle, kulağındaki küpeleri çın çın sallayarak çıkıp gitmiş.

Delikanlı çok şaşırmış tabii. Gücü takati kesilmiş, soğukkanlılığını yitirmiş. Öfkelenmiş, utanmış, sevinmiş, eli ayağına dolaşmış... Kız daha bahçe kapısından çıkmadan aşk tuzağına yakalanıvermiş. Ertesi gün yüreğinde ateş alevlenmiş, soluk alıp vermesi ritmini bozmuş, korkuları çoğalmış... Gözüne uyku girmeden üç gece geçirmiş ve dördüncü gün sabahleyin kızı görmek için evden çıkmış. Ne çare, kız o gece aşk yolunun son yolculuğuna yürümüş. Daha sonraki zamanlarda delikanlıyı hep onun mezarı yakınlarında dolanırken görmüşler.

Soranlara şöyle olmuş:

- Ona karşı öyle bir arzum var ki, bu arzuyla Allah'a yalvarabilseydim tüm günahlarım bağışlanırdı. Bu arzuyla dua edip istesem, vahşi hayvanlar merhamete gelir, insanlara zarar vermekten vazgeçerlerdi. İsterdim ki o hayattayken yüreğimi bir bıçak ile yarıp açsınlar, onu içine yerleştirsinler, sonra da göğsümü kapatıp diksinler. Böylece hep yüreğimde kalsın diriliş gününü başka yerde değil, orda beklesin, ben yaşadıkça o da yaşasın, kabrin derin karanlığına girdiğimde de yine kalbimin içinde kalsın.

 

[BERCESTE]

Sînene aşk ile elifler kes

Bilsin ol servi sevdiğin herkes

Bakî

Ey âşık!.. Bağrına aşk ile selvi biçimli çizikler çek; ta ki o selvi boyluyu sevdiğini herkes anlasın.
 






Bir çoğalmadan ibarettir aşk, bir coşmadan, kabarmadan, büyümeden ibarettir.
Devamlı artmayan bir duygunun aşk olması ne mümkün?Sözün var olduğu günden beri, en fazla sarf edildiği alan aşktır. Aşk
üzerine söylenmiş sözlerin sınırı yoktur. Belki söylenmemiş söz de yoktur;
ama her dönemde başka türlü söylenmekten dolayı çoğalan söz vardır. Söz nötr
bir varlıktır, üst derecesi kelam, alt derecesi laftır. Sözün kelam
derecesinde konusu aşktır. Söze en güzel manayı aşk verir. Bütün
boyutlarıyla sözü aşkla söylediğiniz zaman sözün güzelliğini hissedersiniz.
Bir cümleyi aşkla yazın; görün cümle ne kadar güzelleşir. Usulen yazılan
cümleden muhatabın alacağı pek bir şey yoktur.Hayatin aşktan yoksun olduğu hiçbir zaman gösterilemez ki. Bitkinin hayati
olsun, insanin hayati olsun, dünyanın hayati olsun, bütün hayatların her
kademede aşka ihtiyaçları vardır.Aşkla bakmak; yürekle bakmak demektir. Göz sadece bir fonksiyonu yürütür;
ama fonksiyonun içini dolduran, onu san’ata dönüştüren gönüldür. Biz
gözümüzle bakarız; ama gören gönüldür. Gönlümüzde aşk varsa, gözün gördüğü
güzeldir.“Yalnızca bir türlü aşk vardır; ama görüntüleri binlerce türlüdür” der bir
bilge. Üç çeşidini söyleyelim: Aşk beşeridir; şakayla baslar, sorumluluk
getirir. Gözden girer, gönülde yasar. Surete meyledenler ziyandadır. Aşk
platoniktir; sohbetle baslar, zahmet getirir. Zihinden girer, gönülde yaşar.
Siretini süslemeyenler yol şaşırır. Aşk İlahidir; imanla başlar, vahdete
götürür. Gönülde doğar, gönülde yasar. Sırrı saklamayanlar, başını verir.Aşk, Allahu Teala’nın “Bilinmeyi istedim kainatı yarattım” buyurduğu noktada
başlar. Ve oradan bir ırmak gibi birdenbire coşkuyla akar, binlerce yola
ayrılır, binlerce ırmak oluşur. Bir bastan binlerce baş oluşur. Onun için
bir türlü aşk vardır. Varlığımızı sürdürdüğümüz medeniyet birikiminin içinde
aşkın bütün çeşitleri mevcut. Bugün dahi mevcut, biz hangi boyutunda
yasıyorsak aşkın, o türlüsünü tadıyoruz demektir.Beşeri aşkın (mecazi aşkın) İlahi aşka dönüşmesi tabii bir seyir. Pek çok
mutasavvıf İlahi aşk için beşeri aşkı ilk basamak olarak görür. Çünkü Allah
güzeldir, güzelliği sever. Mevcudattaki o İlahi kudretin eserine bakarak
ancak bir izden asıla gidebilir, görüntüden orijinale geçebilir manasında
beşeri aşkı ilk basamak olarak görmüşlerdir ve atlamışlardır oradan.İşte; Leyla ile Mecnun. Leyla’nın bir beşer olarak aşkını Kays’in
biriktirmesi… Kays içinde büyüyen o aşkla ileride bir eşikten atlayarak
Leyla ile bütünleştirmesi… Buradan da ileri giderek başka boyutlara yol
alması… Artık o Hallacın “enel hak” dediği noktadır, o Nesimi’nin cübbemin
altında “Allah’tan gayrisi yoktur” dediği noktadır. Gerek baş verirsiniz
gerek derinizi yüzerler. Sırları ifşa etmek noktasında aşk biter.Salt sırdır aşk. Aşk bir kişilik sırdır, iki kişiye müsaadesi yoktur. Zaten
aşk tekildir. Sevilen hiçbir zaman aşkın içinde değildir. Aşkın içinde seven
vardır o kadar. Sevilenin haberi bile olmayabilir aşktan, olması önemli de
değildir üstelik. Aşk tekil olduğu için sırları da, kederleri de, acıları
da, firkati de, hicranı da, gözyaşı da, ateşi de tekildir. Yani içinde
bulunduğu ateş sadece bir kişiyi yakar, gözyaşı da bir kişiden akar,
ayrılığı bir kişi çeker. Aşkı bunlar çoğaltır, aşkın “eksilmeyen fakat
artan” özelliği ayni zamanda buradan beslenir. Gözyaşı aşkı artırır, hicran,
hasret bu duygular aşkı devamlı büyütür, katmerler, yuvarlar bir çığ gibi.
Yani aşk, acı çekmeyi bastan göze almayı gerektiriyor. Aşkın bir tarifi de
acı ve bütün bu acılardan duyulan mutluluk. Onun ötesinde de insanin
kabiliyeti. Aşk her gönülde ayni kıvamda varolamaz. Gönül medeniyetindeki
gönüllerimiz aşkı değişik boyutlarda alacaktır, o zaman işin içine sırrı da
girer. Yani benim sırrım benim kalbime sığacak olan kadardır, daha ötesini
kaldıramaz. Sır, acı ve hasret varsa aşk vardır ve o aşk tekildir bir kişiyi
ilgilendirir.

Biz aşkı genel kabulümüzde “beşeri aşk” derken bir zaaf olarak algıladık
“İlahi aşk”i da bir hedef olarak gördük. Beşeri aşkın ve İlahi aşkın
ikisinin de ayni anda ve ayni bünyede tezahürü bir geçiş itibarıyla
mümkündür.

Ahsenü’l-Kasas buyurulmuş Yusuf Suresi’nde; aşkı anlattığı için bu sure.
Mevlana “Zeliha o hale gelmişti ki…” diyor, “… çörekotundan öd ağacına
kadar her şeyin adi Yusuf’tu onun için. Yusuf’un adini başka adlara
gizlemişti, mahremlerine bu sırrı söylemişti. Mum ateşte yumuşadı, dese;
sevgili bize alıştı, yüz verdi, demiş olurdu. Bakin ay doğdu, dese; söğüt
dalı yeşerdi, dese (…); başım ağrıyor, dese; başımın ağrısı geçti, iyiyim,
dese hep ayrı manaları vardı bu sözlerin. Birini övse onu överdi, birinden
şikayet etse onun ayrılığını söylemiş olurdu. Yüz binlerce şeyin adini ansa,
maksadı da Yusuf’tu onun, dileği de…”

Hiçbir insan bir kadına aşık olmayı veyahut da bir kadının bir erkeğe aşık
olmasını, “beşeri aşk” dediğimiz duyguyu yadsıyamaz, ayıplayamaz. Ne din, ne
de yasalar yasaklamıştır aşkı; yürekler Allah’a aittir çünkü. Gönül ki Allah’ın
evidir, aşkın her çeşidine itibar eder.

Bütün milimetrekarelerinde ayni sevgili olmayan bir gönül aşkı bilir mi
acep?!. Bir kuru yakınlaşmayı, ilgiyi, arzuyu aşk sanarak yaşanılan ömür
adına va veyla ve va esefa!.. Bir Cemal’e kul, bir Ahmed’e köle, bir
Leyla’ya deli ve bir ışığa pervane olmayanın aşkı mi vardır, ya akli mi
vardır ki!.. Alem bir ask için yaratılmış ve “Aşk imiş her ne var alemde!…

“Muhabbetten Muhammed oldu hasıl
Muhammedisiz muhabbetten ne hasıl.”

Sevgi üzerine kullanılabilecek bütün mecazları üstüne alınmadır aşk. Aşk
acıdır, hasrettir. Hicran ve hayrettir, firkat ve gurbettir. Gözyaşı ve
ahtır; tazarru ve münacattır. Aşk ölümdür, can vermedir, kurban olmadır.
Canların birbirinde kaynayıp erimesidir; canların can özünde yitirilmesi ve
aranmamasıdır aşk. Parçalara böldükçe demiri, mıknatısı güçle bütün
parçaların yine birbirlerini aramalarıdır. Arama gücünü yitiren, zayıflatan,
küçülten parçalar bırakır; ancak birbirini kovalamayı. Tasın içinde saklı
olan ateştir aşk; bir kıvılcım çakınca kuşatır bütün evreni. Atom çekirdeği
etrafında saniyede iki bin kilometrelik hızla dönen elektronların karıdır
bu. Kudretin ve İlahi san’atin özündeki cevherden beşeri estetiğe akıp gelen
ilhamdır o. Bir şehre Ussak bir köye Asıklar adini vermektir. Aşk ki şiirde
Su kasidesi, mimaride Selimiye, musikide Ferahfeza’dir. Aşk, haddehanelerden
dökülen ateş, manaya gebe sözdür. Aşk, meşktir.

“Kim aşık olur da iffetini muhafaza eder, halini gizler ve bu yüzden ölürse
şehit olarak vefat eder.” diyen bir hadis-i şerif rivayet ediliyor.

Kalplerimizin incelmesi, yüreklerimizin güzellikleri tatması ve tanıması
açısından her insanin aşka ihtiyacı vardır. Bunu yasaklayamazsınız. Fakat
gizlilik esastır. Aşık olan insan aşkını herkese ilan edemez, bu ayıp bir
şeydir. Çünkü sevgilinin adi onun için kutsaldır. Sevilen insanin eskiden
beri adinin ulu orta söylenmesi aşık’ı incitir. Aşık olmak değil, aşkı
söylemek ayıptır. Çünkü aşk bir sırdır dedik. Aşkı mutlaka kötü yorumlamamak
lazımdır. Çünkü aşk olgunlaştırıcıdır. Gönlümüzle, Allah’ın işaretlerini
görebilmemizi sağlayacak en önemli vasıtalardan birisidir aşk. Gönlü açmak
ancak sevmekle olur. Aşktan kaçış ta yoktur, siz istediğiniz kadar
yasaklayın o, kişiye bir gün gelir. Seyh Galib’in dediği gibi “Birden bire
bu aşkı bu tuhfe bulanındır.” (Tuhfe:hediye)

Önce beşeri aşkın rafine edilmesi lazım, İlahi aşka yükselmesi için. Bir
insanin esine veyahut da bir başkasına beslediği aşk-i mecazi var. Daha
sonra bu insan Aşk-i İlahi’ye yükseliyor. Bu hal ailesine karşı olan aşkında
bir düşme göstermeyecektir. İlahi aşkın içerisinde beşeri aşkın cüzleri
zaten mevcuttur. İlahi aşka vasıl olmak bilakis beşeri aşkların temelini
sağlamlaştırır. Denizin içinde damla vardır; ama deniz damladan ibaret
değildir. Bugün aşkla ibadet edebilen bir insan, yarin ibadet eder gibi aşık
olabilir. Bugünkü isini aşkla yapan da, ayni isi yarin aşk ile
yapamayabilir.

Aşk sayesinde insan ebedilik kazanır ve lamekan olur. Aşk bir hiçliktir
tasavvuf neşvesinde. Fakat o hiçlikte kendinizi “hiç” hissettikçe var
olursunuz ve hiçlik büyük bir varlığa sebep olur. Can verirsiniz; ama can
verdikten sonra yaşamaya başlarsınız, kendinizi feda edersiniz feda olduktan
sonra şöhret olursunuz.

“Güzelsiz olmazız amma oluruz etsiz ekmeksiz”.

Beşeri boyutta aşkın mekanı ve zamanı çok kısıtlı, insanlar sadece birisinin
gözlerini görebiliyor. “Küçüksu’da gördüm seni, gözlerinden bildim seni”
gözlerinden başka bir yerinden de bilmesi mümkün değil zaten. Böyle bir
kıyafet, böyle bir toplum yapısı, sokakta olmayan bir kadın. Beşeri aşkın
sadece gözyaşı getirdiğini, sadece acı getirdiğini, dolayısıyla bizim
şairlerimizin de “sevgili” diye hitap ettikleri insanların ancak kokularını
duyabildikleri; saba yeli sevgilinin saçının kokusunu getirdiği zaman,
acısının en fazla olduğu, yoldan geçecek diye günlerce yolda beklemek, bir
haber gelecek diye bir süzgün bakışına, bir gamzeli bakışına muhatap olurum
diye günlerce uykusuz kalmak. Bütün bunlar içerisinde beşeri ilişki ve
birliktelik çok sınrlı. Bu sınırlılık aşkın bir gömlek daha yükselmesini
sağlayabiliyor. İçinizde büyütüyorsunuz, hasretin çoğalması aşkın da
çoğalması demek.

“Eyitti ol peri bir gün düşüne gireyim bir seb, Sevincimden nice yıllar
geçiptir görmedim uyku” : O sevgili bir gün bana dedi ki hadi gönlün olsun
rüyana gireceğim bir gece, bu sözü duyduğumdan sonra sevincimden nice yıllar
geçiyor hala uyku uyuyamadım. Böyle bir tek söz, bazen bir çift göz ömür
boyu süren bir aşkın merkezidir. Böyle bir toplumda o güzellikten, o sözden
yola çıkan insan İlahi aşka gidebiliyor.

Aşkın en büyük özelliği ruh terbiyesine müsait olması. Seven daima niyazda,
sevilen daima nazda. Sonuçta insanin yaratılısındaki özü, mutlak suretle
hissetmesini sağlayacak bir acı ve kederle kalbi yumuşatmak, mumları
eritmektir. Kalp mumlaşıp mum da eriyince ister istemez bir yanış, “Hamdım,
pistim, yandım” olur. Yanma son noktadadır. Artık çeşitli tecellileri kabul
etmeye hazırız; hoşgörü, affetme, sabır ve hatta bütün ömrünüz boyunca
ulaşacağınız duyguları kapsar. Bunu yapmadıkça, kalp çiğ kalır, ister
istemez meseleleri de hazmetmek zor olur. Onun için ayrılık vardır, acı ve
hasret vardır. Aşkta vuslat yoktur, vuslat olduğu an aşk yoktur. Vuslat
aşkın düşmanıdır üstelik.

Bugünün nisanlılıkları üç ay, evlilikleri iki-üç sene sürüyor. Çünkü aşk
diye yaşanılan şeyler riyakarca yürütülen bir oyundan ibaret. Her iki taraf
da gerçek yüzlerini gizliyorlar, karşı tarafa hoş gelecek geçici bir hale
bürünüyorlar. Oğlan bir simit alıp gelesiye kadar, kız yeni bir sevgili
bulabiliyor mu kendine, ona bakmak lazım. Bu kadar vazgeçilebilir duygulara
aşk diyebiliyorlarsa onu sorgulasınlar.

Aşk sorgulanmalıdır; bir ilgi midir, bir sevgi midir, bir tutku mudur.
Anormalliktir; ama bu anormalliğe geçiş sürecinde bizim duygularımızı hangi
derecede, hangi merhalede tuttuğumuza bağlı. Bir üstünlük, bir ayrıcalık
vesilesi yani. Oysa bugün hepsine aşk diyoruz, hatta cinselliğe bile aşk
deniyor, aşk yapmak aşk adına çok küçültücü bir şey üstelik. İnsanin bir
ilgiyi aşk sanması; onun askıdır; fakat aşkın ancak bir nebzesidir. İçinde
aşk yok değil mutlaka vardır; ama askın ne kadarıdır iste ona bakmak
lazımdır. Mutlak aşktan herkes ancak nasibi kadarını alabilir.

Bir şeyin aşk olabilmesi için tutkulu olması, patolojik olması, anormal
olması gerekir. İştahla yemek yerken hatırlayıp sevileni, yemek boğazda
düğümleniyorsa; derin uykularda görülen rüyadan sonra bir daha uyku
girmiyorsa gözlere, sen bir mecliste adi anıldığında onun, inziva engin bir
boyut kazanıyorsa, hamasi bir söylevin tam ortasındaki bir kelime, bir cümle
ne dediğini bilmezleştiriyorsa insani, iste odur aşk. O ki, göz kapakları
kapandığında karanlıkları son bulmuyorsa, ne cür’et aşktan söz edile!?.

Eskiler “Ah mine’l-Aşk” yani “Ah aşkın elinden!…” demişler. Galiba biz de
“Ah Bine’l-Aşk ” yani “Ah aşka ulaşmak!…” demeliyiz.




Aşk ve sevgi… Tecellisi gönülde beliren gönlü muhatap alan duygular... Buna insanı anlamlandıran beşerî İlahî ve mecazî boyutta telvinler de denilebilir.

Belki biri diğerinin vasıtası diğeri ötekinin hedefi. Asıl hedefe giden yolda kah temrin kah oyalanıp aldanma…

Aşk ve sevgi… İçinde mahabbet alâka yakınlık dostluk meveddet mürüvvet ve daha pek çon insanî hasletlerin gizlendiği dünya… Bazen şefkatin bazen himayenin bazen merhametin adı. İlahî anlamda yalnızca bir hedefe Sevgili’ye bakmak beşeri anlamda ise aynı hedefe birlikte bakmak…

Sevgililer günü diye bir icad var artık. Bize dışarılardan dayatılmış bir anlayış… Ve aşkın yalnızca beşeri boyutunu görüyor; başka sevgileri ve sevgilileri de hariçte tutuyor. Evet… Varsayalım ki biz de bu mânâda “sevgili” diyeceğimiz kişiyi can yoldaşımızı hatırlayacağız; onu hediyelerle çiçeklerle hatırlamadan evvel kalbimizde hatırlamaya kim itiraz edebilir?!.. Üstelik bunu bir gün değil her gün yapmamız gerektiğini ihtara hacet var mıdır?!.. İşte bu daimi hatırlamadır ki bizi ismete ahlaka nezahete ve necata götürür. Bu da bizim canına sevgili arayan behîmî yanımızı yontup sevgili için can götüren insanî hasletimizi teraziye koyacaktır. Örnek mi istiyorsunuz; beraber okuyalım:

Canı için sevgili isteyenin hikâyesi

Vaktiyle bir padişahın çok güzel bir kızı vardı. Garibanın biri onu görmüş ve âşık olmuştu. Her nereye gitse sevdiğinden bahsediyor aşkını anlatıyor sabredemiyor çırpınıyor ah çekiyor halkı kendine acındırıyordu. Öte yandan şehirde haber çabuk yayıldı ve sultan bunu duyunca âşıkı huzura getirtip

-Ya ülkemi terk eder gidersin dedi ya da kelleni vurdurtacağım kararını hemen ver.

Zavallı adam düşündü taşındı ve gitmeye karar verdi. Sultan ise adamın cevabını duyunca cellatları çağırttı. Vezir dedi ki:

-Hünkarım neden suçsuz birinin kellesini vurdurttunuz?

-Çünkü gerçek bir âşık değildi o sahtekardı. Eğer gerçekten âşık olsaydı başının kesilmesini seçerdi. Eğer başının kesilmesini seçseydi tahtımdan kalkıp onu yerime oturtacaktım.

İhtar: Hayatını sevgilisinden daha çok seven kişi aşk davasına kalkışmamalı.

Sevgili için can isteyenin hikâyesi

Vaktiyle bir padişahın çok güzel bir kızı vardı. Uzun saçlı bir delikanlı ona âşık oldu. Geceleri hasretiyle ah ediyor gündüzleri sarayın kapısını gözlüyor o nereye giderse atının ardından sürüklenip gidiyor koşuyor gözlerinden yağmur gibi yaşlar akıtıyordu. Bu yüzden sultanın çavuşlarından durmadan eziyet görüyor dayak yiyor ama bir kerecik olsun feryad etmiyor ah demiyordu. Halk bu olup biteni gördükçe kah delikanlıyı ayıplıyorlar kah sultanın insafsızlığına söyleniyorlardı. İçlerinden bir tanesi bile delikanlıyı kıza layık görmüş değildi. Nihayet kız babasına

-Bu bela niceye dek sürecek dedi; beni bu halden kurtar artık utanıyorum.

Sultan bunun üzerine o delikanlının tutulup derhal şehir meydanına getirilmesini orada saçlarından bir atın ayağına bağlanıp bedeni paramparça olana dek sürükletilmesini ferman etti. Halk yürekleri parçalanarak meydana toplandılar göz yaşları toprağı kızıl güllere benzetmekteydi. Ve nihayet sultan da kızı uğrunda can feda edecek olanın halini görmek istiyordu. Herkes hazır olunca bir asker delikanlının saçlarından tutup hazırlanan atın ayağına bağlamak üzere sürüklerken aniden kurtuldu ve padişahın huzuruna koşup eteğine yapıştı:

-Ey âleme adalet veren sultan dedi; senden bir dileğim var bir parçacık beni dinle!...

Sultan hışımla karşılık gösterdi:

-Canını bağışlamamı istiyorsan nafile; şu anda seni öldürtmekten daha önemli bir arzum yok. Saçımdan sürükletme bir anda öldürecek bir yol tut diyeceksen ahdettim senin kanını at nallarına çiğneteceğim. Bir zaman için bana aman ver diyeceksen bu da mümkün değil çünkü toplanan halka karşı küçük düşmüş olurum. Yok kızımla birkaç dakika olsun yalnız kalayım diyeceksen onun bir tek tel saçını bile sana reva görmem artık onun yüzünü göremeyeceksin.

-Hayır ey her yaptığını güzel yapan sultan dedi delikanlı canımı bağışlamanızı istemiyorum sizden. Hiçbir an mühlet de dilenmiyorum hatta. Kızınızı bana göstermeyeceklerini de artık biliyorum. Atların ayağı altında sürüklenme konusuna gelince buna da itirazım yok. Benim sizden isteğim tamamen başka.

-Söyle o vakit nedir dileğin?

-Elbette bugün beni öldürecek at nalları altında hor ve hakir bir halde kanımı toprağa karıştıracaksın. Dileğim o ki beni onun atının ayağına bağlayıp sürüklet. Çünkü ben o ay yüzlünün yolunda ölünce ancak diri olabilirim.

Sultan onu bağışladı ve kızıyla evlendirip ölü gönlüne can verdi.

Aşağıdaki satırlar gerçek sevgilerin cazibe merkezi yüreklerin en hassas süveydalara açılan kapısını ve Sevgililer Sevgilisi’nin ruh ve beden yapısını anlatır ki Hakanî Mehmed Bey tarafından yazılan Hilye-i Saadet adlı kitaba göre düzenlenmiştir.

En Sevgili’nin hilyesi...

“Saçı fazla uzun olmazdı ve tam kıvırcık denilmeyecek derecede dalgalı idi. Saçını ortadan ayırır ve dört bölük halinde; ikisini omuzlarına ikisini de kulaklarına doğru bırakırdı. Bazan kulaklarını açıkta bıraktığı da olurdu. Bu saçlar misk gibi siyah renkli ve güzel kokulu idi.

Her iki mânâda alnı açıktı. Bu alın genişçe ve buğday renkli idi. Ancak ortasında daima bir nur parlardı.

Yüzü değirmi idi. Ona dikkatle bakılamazdı. Parlak bir çehresi vardı. Ayın ondördü gibi parlardı. Dolgun veya şişman olmadığı gibi kuru ve zayıf bir yüz de değildi. Yanakları ne etli ne de çöküktü. Yüzünün aklığı içinde yanaklarının kırmızısı gâlip idi. Terlediği zaman üzerine çiğ tâneleri kondurmuş gülü andırırdı. Öfkesi ve memnûniyeti yüzünden anlaşılabilirdi. Uzun ince ve hilal kaşlı idi. Kaşlarının ucunda kıvrım vardı. İki kaşı arasında tüy yok idi ve bembeyaz görünürdü.

Kirpikleri siyah ve uzun idi.

Gözünde ezelden bir sürme mevcuttu. Beyazı katı beyaz; karası kapkara idi. Gözleri geceleyin de gündüz gibi görürdü. İlahî aşkın eseri bazan gözlerinde kızarıklık oluştururdu. Baktığı zaman karşısındaki kişi nazarına dayanamaz ve gözlerine dikkatle bakamazdı.

Burnu mütenasip idi. İki kaşına yakın olan kısmı bir parça yüksekçe idi. Koku almakta çok hassastı.

Ağzı ne çok büyük; ne de çok küçük idi.

Dişleri aralıklı olup üst üste değildi. İnci gibi bembeyazdı. Konuşurken ön dişleri arasından bir nur çıkar gibi görünürdü. Güldüğü zaman dişleri dolu taneleri gibi parlardı.

Gülüşü tebessümden ibaretti. Kahkaha ile gülmekten hayâ ederdi. Eğer kahkaha ile gülecek olsa Arş-ı Âlâ titrerdi. Bu sebeple ömrü boyunca hiç kahkaha ile gülmedi.

Çenesi yuvarlak idi.

Sakalı sık ve siyah idi. Ömrü boyunca sakalında yalnızca 17 kılı ağarmıştı. Her yeri aynı uzunlukta kesilirdi.

Boynu ve gerdanı bembeyaz idi. Bu boyun ne uzun; ne kısaydı. Gerdanı çok güzel görünüşlüydü.

Pazuları etli ve beyaz idi.

Omuzları genişti. Üzerinde tek tük kıllar mevcut idi. Yassı yağrınlı olup yağrının ortası etli idi. Nübüvvet mührü onun iki kürek kemiği arasında ve sağ omzuna yakın bir yerde bulunuyordu. Bu mühür siyaha çalan sarı renkte olup çeyrek altın büyüklüğünde bir ben idi. Üzerinde dik duran siyah kıllar var idi.

Beden olarak ince yapılıydı. Vücut yapısının bir benzeri daha yaratılmamıştır. Giyecek olarak en çok beyaz; sonra yeşil rengi tercih ederdi. Yazın ince atlas kumaş; kısın yün giyerdi. Elbisesi asla gösterişli olmazdı. Ömrü boyunca aynı anda iki elbiseye birden sahip olmadı.

Bir yere yöneldiği zaman bedeniyle birlikte döner asla başını çevirerek bakmazdı. Başını çevirip bakmak insanı hayasız eylediği için onun bu tavrı ümmetine sünnet olmuştur.

Vücudundaki kemikler irice ve muntazam idi.

Pazusu koluyla; uylukları da ayaklarıyla şekilce birbirine uygun idi. Kuru yâhut ince olmayıp dolgun idiler. Her azası birbirinden güzel idi. El ve ayak ayaları genişçe idi. El parmakları uygunluk içindeydi.

Göğsü ve karnı birbirine uygun ve aynı düzgünlükte idi. Göbeği yuvarlaktı. Göğsünden göbeğine kadar bir çizgi hâlinde kıllar uzanırdı.

Orta boylu sayılırdı. Göze çarpacak kadar kısa; dikkat çekecek kadar da uzun değildi. Orta boylu olmasına rağmen kendisinden uzun birinin yanında el ayası kadar uzun görünürdü. O kişi yanından ayrılınca yine orta boylu gösterirdi. Boyu selvi misâli düzgün idi. Bedeninde kıl yok idi. Teni gül gibi kokardı ve yaşı ilerledikçe âdetâ tazelenirdi. Ne zayıf; ne de etli ve göbekli idi. Her bir parmağı kalem gibi düzgün idi.

Yürürken hızlı yürürdü. O kadar ki ayakları altında yeryüzü dürülüyormuş gibi olurdu. Yürürken ona yetişebilmek zor idi. Hayasından yokuş iner gibi önüne eğik olarak yürür ve etrafına bakınmazdı.

Yolda birdenbire karşısına çıkıveren kişi ondan heybet duyar ve aciz kalırdı.

Konuştuğu kişiye güzel kokusu siner ve birkaç gün çıkmazdı. Bir çocuğun başını okşasa birçok günler çocuğun kokusundan ona Peygamberimiz’in dokunduğu bilinirdi. O çocuk diğer akranları arasında daima fark edilirdi. Konuştuğu her kişi sözlerindeki güzellik ve tatlılık ile onun kulu kölesi olmaya hazır olurdu. Etkili konuşması ile müşrikler Müslümanlığı seçerdi. Sözlerinde ruha ferahlık veren bir edâ var idi. Asla dedikodu ve malayâni konuşmazdı.

Kısacası yaratılış ve huyca ne o tam olarak kimseye benzer; ne de kimse O’na benzeyebilirdi. Bir hadîs-i şerîfte; “Ben en fazla babam Hz. Âdem’e benzerim; peygamberler içinde bana en çok bezeyen de atam Hz. İbrahim’dir.” buyurmuştur.

 


Gerçek sevgi sevenin varlığını kaplayan ondan taşan dışa vuran ve görünür kılınan bir vetiredir. Sevme duygusundan dolayı kişinin dış dünyasına yansıyan her şey aslında soyut olanın somutlaşması özün kabukta yansıması siretin surete aksetmesinden ibarettir.
Bu bakımdan sevgi öncelikle seveni sevenin sevgisi oranında da sevileni etkiler. Sevenin sevgiliye karşı takındığı tutum ve davranışlar onun huzurunda veya gıyabında gösterilen gayret ve hizmet bu sevginin dışa vurumunda da başlıca belirleyici unsurdur.
Eski terbiye geleneğimizde konuşulan sözü üç yerde baş eğerek dinlemek bir kaidedir. Bunlardan biri büyüklerin küçükleri (amirin memuru üstün astı) azarladıkları ayıpladıkları hatalarını ikaz ettikleri esnada küçüğün başını eğerek dinlemesidir (yazık ki modern hayatta küçükler büyüklere baskın çıkma konumundalar). İkincisi kendisine iltifat edilen kişinin tevazu gereği başını yere indirmesi bunun mahcubiyeti ile mahviyetkârlık göstermesidir (Bu dahi şimdilerde tersine dönmüştür). Başı yere indirmenin üçüncü sebebi asıl konumuz olan gerçek sevgi ve hürmettir.
Evet seven her daim sevgiliye bakmayı ister bu doğrudur; illa ki sevgili kendisine baktığı anda bakış yönünü hemen yere indirmeye yeltenir. Gerçek sevginin göstergesi işte bu hâldir. Göz elbette kalbin aynasıdır ve elbette sevenin kalbi sevgiliye yönelik olmak her daim ona bakmak arzusu güder; ne var ki iş tersine döndüğünde yani sevilen lutfedip sevene baktığında sevenin sevgi dolu kalbi sevgilinin kalbindeki celale onun haşmet ve heybetine dayanmakta zorluk çeker. Sevenin bu heybetten utanması kendisini sevgilinin celali karşısında saygıya ve dolayısıyla gözlerini yere indirerek mahviyet göstermesine vesile olur. Aksi takdirde gerçek sevgi taşıyan bir kalb sevdiğinin yüzüne bakmaya dayanamaz yerinden fırlayacakmış gibi çırpınmaya başlar kaynar fokurdar. Hani eskilerin Efendiler Efendisi’nin güzel adı anıldığında sağ ellerini kalplerinin üstüne bastırma halleri vardır ya; işte bu tavır Sevgili’nin adı anılınca kalbi yerinden oynatan gerçek sevginin zaruri bir neticesidir. Öte yandan gözler delalet ettikleri gerçekleri dilden (zebandan) daha net açıklarlar. Sevgilinin gözlerine bakıp da sevgisinin karşılığı olan gerçeği öğrenmek yerine sevgilinin sözlerini dinleyerek umuda yapışmak elbette sevgi işine daha layıktır. Dilden dökülenleri te’vil etmek veya nalıncı keseriyle yontmak mümkündür ama gözlerin anlattığını hiçbir yorum zerre miktar yerinden oynatamaz. Üstelik sözler bazen meramın tam tersini ifadelendirebilir ama gözler asla yalan söylemez.
Krallar ve sultanlar töresidir huzura kabul edilen kişiler yere bakacaktır. Bu onları hem memnun eder hem de tebaalarına karşı heybetlerini bir ölçüde de saygı ve sevgilerini arttırır. Nitekim yüksek makamdakilerin huzurunda onların yüzüne bakmayıp yere bakarak arz-ı hâl (arzuhal) eylemek bugün dahi edeb ve terbiye bilenlerin nihai saygı tavrıdır.
İmdi sevgili adını kalbinde ve dilinde her an zikr ü tesbih eden (anan ve tekrarlayan) sevilenin emir ve isteklerini kendi arzularından önde tutan emrine boyun eğen bunun karşılığında maddi veya manevi herhangi bir menfaate yönelik talepler gözetmeyen sevgili adı anıldığında bütün varlığıyla ona yönelen bir an olsun tereddüt göstermeden onun varlığı içinde kaybolmayı isteyen sevgiliden konuşulmayı onun güzelliğinden yüceliğinden yeganeliğinden bahsedilmeyi adeta bir vecd hali gibi canla başla kabul eden bir âşıkın başını yere eğip bütün benliğiyle hiçbir sapma göstermeden kendini ona teslim etmesinden daha tabii ne olabilir!?.. Sevgilinin yaşadığı yerlere gidip onun ayak izlerine basmayı aradaki engelleri kaldırıp vuslata kapı açacak sebeplere yapışmayı ondan her söz edilişte heyecan ve ürpertilere düşmeyi sevgilinin lehinde ve aleyhinde söylenenlerden etkilenip ona göre ya muavenet ya gayret göstermeyi velhasıl onunla sevinmeyi onunla üzülmeyi varlığının her zerresiyle kabul eden bir âşık için başını yere indirmek de ne gam!.. Bunu tekkelerin önünde kuru ekmek parçası bekleyen köpekler bile yapıyor!..

İskender Pala
 
  Bugün 1 ziyaretçi (6 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol